31 Mart 2017 Cuma


         

BİNA İZİNLERİ (1)


Yine köye gideceğiz. Planımız Cumartesi ve Pazar bahçede birkaç fidan dikmek, belki biraz budama yapmak, analiz için toprak numunesi almak. Pazartesi ve Salı günü de tarlamızın imar durumunu resmileştirmek.

Ya nasip diyerek yola çıkıyoruz. Hafta içine de sarkan bir program olduğundan çocukları götürmüyoruz.

Öğleye doğru köye ulaşıyoruz. Bir şeyler atıştırıp işe koyuluyoruz. İstanbul’da yetiştirip getirdiğim, ama keçiler yiyor diye dikmeyip, çadırın içinde bıraktığım fidanları toprakla buluşturuyoruz. Çünkü çadırın içinde kötüleşmeye başladılar. Çadırda öleceklerine açık havada şanslarını denesinler.

Üç adet kestane, iki gladiçya, bir hünnap çok planlama yapılmadan toprağa kavuştu. Hanıma da birkaç kavak çubuğu diktirdim. Ailede herkesin Hayalbağ’a bir katkısı oluyor. Bu bize birlikte bir şeyler üretme zevki veriyor.

Sonra iş yerinden bir arkadaşımın getirdiği toprak burgusu ile arazide beş ayrı noktadan 0-20 cm ve 20-40 cm derinliklerden toprak numunesi aldık. Çalıştığım şirketten arkadaşım Şamil ( İş arkadaşım diyesim gelmedi.) daha önce hiç kullanmadığı toprak burgusunu ben istemeden getirdi.

 



Etrafımdakilerden hep destek alıyorum. Hayal benim, ama dostlardan devamlı destek geliyor. Kimi tohum veriyor, kimi fidan, kimi fikir, kimi ilham.

Pazar gününü de ufak tefek bahçe işleri yaparak geçirdik.

Pazartesi sabah erkenden Göynük’e indik.

Bolu, büyükşehir olmadığı için köylerdeki yapı ruhsatlarını İl Özel İdaresi veriyor. İl Özel İdaresi’ne bir mesaj atmıştım. Mailin cevabında, imar durumunu öğrenmek için aşağıdaki evrak ile başvurulması gerekiyor deniyor.

-    Parsel sahibinin imar durumu talep dilekçesi.
-    Güncel tapu kaydı örneği.
- Kadastro Müdürlüğü’nden alınacak parsele ait çap belgesi. (Koordinatlı ve karetajlı)
-    1/25000 ölçekli, parselin yerini gösterir onaylı harita.

Tapu Müdürlüğü’ne başvurduk cep telefonuna bir mail geldi. Bu maildeki başvuru numarası ile mailde yazılı bankalardan birine 5 tl yatırdık. Sonra gidip güncel tapu kaydımızı aldık.

Kadastro Müdürlüğüne gittik. Kapalıymış. Kapıda bir telefon numarası vardı. Aradık. Öğrendik ki: Göynük Kadastro Müdürlüğü devamlı personel bulundurmuyormuş. Buraya Bolu merkezden haftada bir gün pazartesileri iki eleman gönderiyorlarmış. “Şu an yoldalar. Önce Mudurnu’ya eleman bırakacaklar sonra Göynük’e gelirler.” dediler. Allahtan bu işler için Perşembe, Cuma izin almamışım.

Memurların İlçeye gelmesini yarım saat kadar bekliyoruz. Sistem Tapu Müdürlüğü gibi. Burada da cep telefonuna gelen mesaja göre bankaya 45 tl yatırıp evrakı alıyoruz.

Ver elini Bolu. Vilayet merkeziyle aramız 95 km.

Bolu’ya varır varmaz hemen bir haritacıdan haritamızı da alıyoruz. İl Özel İdaresi’ne gidiyoruz.

Memur şöyle bir bakıyor ve çap üzerine bir çizgi çekip, ev yapılabilecek bölümü işaretleyip, başka bir görevliye gönderiyor bizi. O memur da aşağıdaki listeyi ve yapılacak yapının vasıflarını tarif eden birkaç kağıt veriyor. Ve “Ruhsata tabi değilsiniz. Bunları hazırlayıp gelin. ”diyor.

1- Dilekçe.
2- Tapu,
3- Güncel tapu kaydı.
4- Çap.
5- Mimari proje. (4 takım)
6- Statik proje. (4 takım)
7- Sıhhi tesisat projesi. (4 takım)
8- Elektrik tesisatı projesi. (SEDAŞ onaylı, 4 takım)
9-   Fenni mesul taahhütnamesi.
10- Aplikasyon krokisi.
11- Köy kararı fotokopisi (Muhtardan)
12-Yapı çekme mesafesi tutanağı (Muhtardan)

Tarlamıza bodrum hariç iki katlı, saçak yüksekliği 6,5m yi geçmeyecek, 650 m2 ev yapabiliyormuşuz.

Şimdiki derdimiz bu listenin hazırlanması.

Bir aşamayı daha atlatmış olarak köyümüze, çadırımıza yöneliyoruz.

Hadi hayırlısı.

3 Ocak 2017 Salı


İKİ GÜNLÜK HİPERAKTİVİTE


Hayalbağ’ı inşa etmeye başladığımızdan bu yana,  her gittiğimizde kamp çadırlarında kalıyorduk.



Bu çadırlar oldukça pratik olmakla beraber yine de kurulup sökülmesi vakit alıyordu. Üstelik yağmurda yaşta içinde beklemek çok sıkıcı oluyordu. Arabamız oldukça geniş olmasına rağmen (Opel corsaJ) bazı malzemeleri götürüp getirmek de bizi usandırmıştı. İçinde soba yakabileceğimiz büyük bir çadıra terfi etmeye karar verdik.

Bu çadır ev inşaatı sırasında barınak olur, sonrasında sera olarak kullanırız diye düşündük. Ve 24 m2 bir çadır aldık. Çadırımız ödemeden birkaç gün sonra iş yerime, İstanbul’a teslim edildi.




İşte bu aşamada bu yükleri Bozcaarmut’a nakledebilecek ve orada çadırı kurarken yardım edecek bir yoldaşa ihtiyaç duydum. Ve Mustafa Yünsel devreye girdi.

Mustafa Yünsel kim mi? İçinde bir nalbur dükkanında.. Yok yok yapı markette bulunabilecek eşyayı taşıyan bir minibüse ve yük römorkuna sahip biri. Ve kesinlikle nevi-i şahsına münhasır bir adam.

Tamam! Herkes bir diğerinden farklıdır, ama Mustafa herkesten daha çok diğerlerinden farklıdır. Zanaatkâr bir adam olması muhakkak ki önemli, ama eşsiz enerjisi tüm kabiliyetlerini gölgede bırakır. Değil eşlik etmek, Mustafa’yı seyretmek bile üç-dört kişiyi yorabilir.

Şirketimizden emekli olduktan sonra seyrek haberleştiğimiz Mustafa, beraber çadır taşıma ve kurma teklifimi hemen kabul etti. Beraber iki gün geçireceğimizi öğrenen tüm iş arkadaşlarımızın itirazına rağmen yol hazırlıklarımızı yaptık.




Tüm cesaretimi topladım, çadırı yükledik ve sabah 10:00 da  yola koyulduk. 



Otoyolda giderken yanağına telefon sıkıştırıp elindeki not defterine not almak, armut soyup ikram etmek, sigara sarmak, kahve yapmak ve daha aklıma gelmeyen onlarca fiili zaman zaman sırayla, zaman zaman aynı anda yapmaya çalışmak vaka-i âdiyeden olduğundan detaylandırmayacağım.

Gariptir ama araç kullanırken biteviye başka işlerle uğraşmasına rağmen hiçbir tehlikeli durum yaşamadan Taraklı’ya ulaştık. Taraklı çarşısına alışkın olduğumdan Bozcaarmut’a gidip gelirken alışveriş, yemek, namaz gibi ihtiyaçlarımızı burada gideriyoruz. Hazır römork varken birkaç ihtiyacımızı köye taşıyayım istiyorum.



Taraklı molasında kuzine ve ek parçaları, kömür, tahta parçası, el arabası, kürek vs. alıp yükümüzü tamamladık, karnımızı da doyurup yola koyulduk.

Çok oyalanıp, yavaş yol aldığımızdan vaktimiz azalmaya başlamıştı. İkindi vakti Bozcaarmut’a ulaşabildik. Akşama çadıra girip sobayı yakmalıydık. Aksi halde dondurucu soğukta çok zorlanabilirdik. Hemen işe koyulduk.



Fotoğraftan da anlaşılacağı üzere çadırı önce kafamda kurdum, sonra arazide. 







Alışık olmayan adam için oldukça yorucu bir iş. Bu kadar yorulmama rağmen tamamen de bitiremedik. Çadırın eteklerini toprağa gömme işi bir sonraki güne kaldı. Ama en azından kafamızı sokacak, sobamızı yakacak hale getirdik. Yemek ye, çay iç derken yorgunluk çöktü, yatacağımız yerleri hazırlayıp, uzun bir geceye gözlerimizi yumduk.

Uyku esnasında tıkırtılar başladı. Mustafa faaliyette idi:

Çekiç sesleri…

Sonra testere sesi…

Bir türkü…

Tangır tungur soba karıştırma sesleri…

Vesaire, vesaire…

Soba karıştırma faaliyetine isyan ettiğimde saat 2:45 falandı. “Yahu! Sobayı niye karıştırıyorsun.” dedim. “Soba az yanıyor, karıştırmak lazım.” dedi. “Mustafa, soba 6 saattir karıştırılmadan yanıyor. Altını kıstık diye ağır ağır yanıyor garibim.” desem de nafile.

Talep ettiğim şeyin Mustafa’nın fıtratına aykırı olduğunu hatırlayıp teslim oluyorum. Uyumaya çalışıyorum. Ne kadar uyudum bilmem dışarısı -6  oC falan iken ter içinde uyandım. Bulduğu karbon ihtiva eden her şeyi sobaya doldurmuş, içerisi fırın gibi olmuştu. Ya sabır çektim, tulumdan çıktım, uykuya devam ettim. Yirmi dakika geçmeden bu sefer titreye titreye kalktım. Kapıyı açık unutmuş dışarıda bir şeylerle uğraşıyordu.

Kömür takviyesi yapıyor; oralardan bir ağaç dalı kesip balta sapı yapıyor; artıklarını sobaya tıkıştırıyor; minibüsün paspasını, römorkun elektrik tesisatını tamir ediyor. …yor, …yor, ama asla yorulmuyor.

Saat sabahın beşi falandı: “Şefim kalk sabah namazına camiye gidelim.” diye tutturdu. Sabah namazının gün doğumundan yarım saat önce kılındığını, güneşin doğmasına daha üç saat olduğunu defalarca anlattım ama nafile. Sonunda “Ulan sen bînamaz bir adamsın, beş vakit namaz kılan benim, bırak da uyuyayım.” diye bağırınca susturabildim. Ama on dakika sonra “Ecük erken gidelim Kur’an falan dinleriz.” diye başladı söylenmeye. Bir saat kadar direnebildim. Kalkıp abdest aldım caminin yolunu tuttuk. Tabii olarak hiç kimse yoktu. Mustafa bana biraz kuran okuttu. Sonra gelen giden olmayınca, cemaat yaptık, iki kişi namazı eda ettik. Çadırın yolunu tuttuk.



Basit bir kahvaltı sonrasında başladık çadırın brandalarını gerdirmeye ve brandanın yere gelen kısımlarını gömmeye. Kazma, kürek ile 20cm kadar bir kanal açıp, brandayı bu kanala yatırıyoruz ve çıkan toprakla üzerini örtüyoruz. Bu gerçekten yorucu bir iş oldu benim için. Birkaç el arabası kadar da hariçten toprak getirip ilave ettik.

Bu işleri yaparken beş dakika çalışıp on dakika mola vermek zorunda kaldım. İnsan bu kadar mı ham olur?

Mola verip çadırda uzandıklarımdan birinde önce bir adam geldi. Hoş geldiniz demeye uğramış. Orman İşletmesinde çalışıyormuş. Köyden biriyle daha tanışmış olduk. Ama ismini unuttum. Ne de olsa biz orman köylüleri Ormancıları sevmeyiz. 😜

İki kürek daha salladım dışarıdan kadın sesleri gelmeye başladı. Bu sefer de üç köylü hanım ( eşimin müstakbel komşuları ) ziyaretimize geldiler. Önce eşim yanımızda olmayınca biraz çekindiler ama meraklarını yenemediler; çadırın içini gözden geçirmeden ve Mustafa’nın kısa hayat hikâyesini dinlemeden gidemediler.

Mustafa yola çıktığımızdan bu yana çadırı kilitletmek için bana baskı yapıyordu. Ben ise çadırın bir bıçakla yırtılmasının çok basit olduğunu, kapıyı kilitleyip de hırsızı uğraştırmamak gerektiğini anlatıyordum. Ama ikna edemiyordum. Mustafa hanımlar heyetini bulunca, kamuoyu oluşturma gayretine girdi ama kadınlar toplu olarak “Burada hırsızlık olmaz ki, ne gerek var!” deyince boynunu büktü. Komşularımızın nezâket ziyareti ve hırsızlık olmaması, köyümüze karşı hissettiğimiz güzel duyguları arttırdı.

Çadır işleri ve eşyaları toplamak bizi saat dörde kadar oyaladı. Sonra eserimizi fotoğrafladık ve yola koyulduk. 




Göynük’te namaz ve hediyelik eşya molası verdik. Ve İstanbul’a kadar yavaş yavaş yol aldık. Otoyola girdiğimizde Mustafa “Kazma kürek işi beni yoruyor, dizim ağrıyor. Arabayı sen kullanır mısın? Ecük uyuyacağım galiba.” dedi kısık bir sesle.

Direksiyona geçtim, karanlıkta sakin sakin yol alırken Mustafa’nın bile yorulabileceğini hayretler içinde düşünmeye başladım. Kendi vücut direncime saygı duydum.

Kurtköy gişelere yaklaşırken Mustafa yine faaliyete geçti. Bir seri telefon görüşmesi sonrasında eski bir arkadaşını buluşmaya ikna etti. Sürekli bir işi bitirmeden diğerine koşturan Mustafa’nın iki gününü de ben meşgul edebilmiştim. Sürekli yeni bir meşgale bulması gereken arkadaşım, beni eve bırakarak sonu gelmez işlerinin peşine gitti.

Bahtı, yolu açık ola!

Şansı yâver ola…











1 Aralık 2016 Perşembe

AYVA REÇELİM



Kötü komşu ev sahibi yaparmış. Ben de Hayalbağ’ın ayvalarının yutulamaması sayesinde bu arayışa girdim. Aslında hâlâ ayvalarımdan tamamen ümidi kesmiş değilim. Öğrendiğime göre henüz olgunlaşmadan toplanırsa ayva yutulurken boğazda kalıyormuş. Az yağış olursa da böyle olabilir diyenler var. Zaman içinde bunu öğreneceğiz.
Şu ânın meselesi, eldeki ve daldaki ayvaları ne yapacağımız? İlk akla gelen reçel. 
Hemen kolları sıvıyorum.

1 kg ayva
1 kg şeker
3 su bardağı su
Bir çay kaşığı limon tuzu.

Ben ölçüleri göz kararı çoğaltıyorum. Ayvalar yıkanıp dilimlenir, rendenin kalın tarafı ile rendelenir. Kaynatılacağı tencereye konup üzerine su ilave edilir, haşlanıp yumuşadıktan sonra şeker katılıp, şeker eriyinceye kadar karıştırılır. Limon tuzu katılıp eriyinceye kadar karıştırılır. Kıvamı hoşunuza gidince, ateşten alınarak soğutulur.
Sonrası malum.











İlk yaptığım reçele limon tuzu koymadım, güzel oldu fakat birkaç gün sonra ekşime yaptı. İkincisine koydum, ekşime olmadı fakat rengi ilki kadar güzel olmadı.  


· Ayvaları dilimleyip çekirdekli kısmı keserken biraz derinden almak lazım yoksa kumumsu taneler ağıza geliyor.
·     Karanfil atılırsa hoş bir rayiha veriyor.
·  Ayva çekirdeklerinden 8-10 tane katarsanız rengi koyu ve daha güzel olur deniyor. Ben olumsuz bir fark gördüm. Ama çekirdeklerden diyemiyorum.
·   Ablam rendeleyip haşlamaktansa, haşlayıp rendelemeyi önerdi. Ne diyeyim? Akıl akıldan üstünmüş.

2 Kasım 2016 Çarşamba

BENİ KÖYÜMÜN YAĞMURLARINDA YIKASINLAR



Tohum toplarını hazırladığımızı anlatmıştım. Sonradan 8-10 parti daha top hazırlamak gerekiyordu. Fakat ekim mevsimini geçirmekten endişe etmem, top yuvarlamanın sıkıcı ve yorucu olması, bulduğum kilin zor bir malzeme olması gibi sebeplerle planımı değiştirdim. Kalan buğdayları “çizel pulluk”(Ne biçim isimlendirmeyse.) usulüyle toprakla buluşturmaya karar verdim. Bu arada 6 adet tüplü asma almıştım. Bunları da dikmek için hevesleniyordum. Hepsinden önemlisi köyüme gidesim vardı. Yerli yersiz “Beni köyümün yağmurlarında yıkasınlaaar…”deyip duruyordum.
Mâlum, Hayâlbağ’da hayâllerdeki yeşil panjurlu ev yok. Bizim yeşil çadır var. Hava her geçen gün daha sert oluyor. Fakat kamp malzememiz eksik. Allah'tan Hanım, “Ben gelmem.” dediği için tek çadır kurup oğlum ve kızımla bu çadırda bir birimize sokulur donmadan geceleriz diye düşündüm. Ve hafta sonu kamplı bir Göynük seyahati yapmaya karar verdim.
Bir tane kışlık tulum vardı. Onu kızım kullanırsa, mevsimlik tulumu oğlum kullanırsa, aralarına da ben yatıp, battaniyeyi oğlumla beraber kullanırsak donmadan sabahı edeceğimizi öngördük.
Planlar bozulmak içindir. Cuma akşamı Hanım “Ben de geleceğim.” deyiverdi. Bu bize moral oldu. Fakat soğuk ve yağmur ihtimali biraz düşündürdü beni. Kamp zevklidir, ama alışık olmayana rezillik gibi de gelebilir. Eşimin, kötü tecrübelerle maceramızdan uzaklaşması endişesini taşıyorum hep.
Çizme sipariş etmiştik ama gelmedi. Benim ve çocukların neopren meshlerimiz vardı. Üşümeyelim diye bol miktarda giysi almıştık yanımıza. Ya nasip deyip çıktık yola.
Eee ağzına “Beni köyümün yağmurlarında yıkasınlar” şarkısını sakız edersen, nasibin yağmur olur. Allah'tan şarkının devamını hatırlamıyorum. 10:00 gibi bağımızda kahvaltı yaparken yağmura yakalandık. Çok ıslanmadık ama vakit kaybettik.


Hemen işe koyulup asmalarımızı dikmeye başladık. Toprak yaza göre oldukça yumuşaktı. Zorlanmadan altı adet asma fidanımızı toprakla buluşturduk.
Hâtırâ fotoğrafı çekmeye bile müsaade eden yağmur sonra kaldığı yerden devam etti. Biz de çadırlara doluştuk. Sonra akşama kadar kâh çiseledi, kâh hızlandı, arada durduğu da oldu. Yağmur tam ayarında yağdı. Toprağa yaramayacak kadar az, bizi ıslatacak kadar çok.


Ama biz yağmura kızmadık, arada hava açtığında manzaranın tadını çıkardık.
Yağmur dinlenirken biz çalıştık, o faalken biz dinlendik. Çizel pulluk yöntemi ile 40-50 m2 yeşil mercimek, 15-20 m2 karakılçık buğdayı ektik. Ayvalarımızdan bir miktar topladık. Akşamüstü yağmur da, biz de dinlenmeye çekildik. Çünkü fenerimizi evde unutmuştuk ve ateşimiz çok zayıftı; yorgun ve ıslaktık.
Hanımlar bir çadıra, oğulcuğumla ben bir çadıra geçip, erkenden uyuduk. Sabaha kadar kaç kere uyandığımı hatırlamıyorum. Ama çok üşüdüm, oğlumda üstünü devamlı açtığından üşüdü. İnce tulumla eşim de çok üşümüş. Hava sıcaklığından kızımda şikâyetçiydi, -30oC lık tulumla biraz bunalmış.
Sabah o kadar kötü uyandım ki, kalkacak hal bulamadım. Biraz daha uyumak için müsaade istedim. Birkaç saat daha kestirdim. Kalkıp orman kenarındaki bölüme gittiğimde eşimle oğlumun 25-30 myere buğday ektiklerini gördüm. Bu hayallerimin ucundan tutanlar olacağının emâresi idi. Çok keyiflendim.


Bu keyifle 40-50 myere tohum toplarımı serptim. Hedef, bir hafta önce 1,5 dönüm buğday ekmekti, ama olmadı. Ancak deneme mahiyetinde ekim yapabilmiştik.
Bu Bozcaarmut molasını da böyle bitirdik, İstanbul’a döndük.





NOTLAR:

*İlk bitkilerimizi ekmiş olduk.

*Tüm sıkıntılara rağmen gülümsemekten yanaklarım ağrıdı. Tabiat mutluluktur.

*Ayvalarımızın tadı çok güzel. J

*Ayvalarımız çiğnenmek için. Yutmak çok tehlikeli. L

*Eşime arkadaş olabilecek yaşlarda bir hanımla tanıştık. Kızıma arkadaş olabilecek bir kızı da var.  Sonra ben de beyiyle tanışıp konuştuk. İyi insanlara benziyorlar. 400 tane keçileri varmış yaylada.


*Cevizlerimiz olmuş ve çoğu dökülmüş. Dipleri çalılık olduğundan ne diplerdekini, ne ağaçtakileri toplayabildik. Birkaç tane bulup tadına baktık çok güzeldi.

*Uzun konçlu bir çizme şart. Yağmurdan çok ıslak otlar bizi ıslattı.


23 Ekim 2016 Pazar

TOHUM KÜPLERİ


Tarımla ilgili faaliyetler genelde uzun sürüyor. Uzun sürmesine sürüyor fakat süreçlerin başlaması mevsimlere bağlı olduğundan yeri geliyor bir hafta erken yapmak, on beş gün geç kalmak sonucu etkiliyor. Misâl, nohut dikesim var, ama baharı beklemeliyim, buğday ekesim var, acele etmeliyim. Velhâsıl vaktini geçirdiğim iş için bir yıl beklemek gerekebiliyor. Bencileyin her çiçekten bal almak hevesinde olanların iyi bir zaman planlaması yapması gerek. Mevsim atlamamak lazım.
Ben de toprak sahibi olduğumu idrak eder etmez, sezon kaybetmeden bir şeyler denemeye başlamalıyım diye telaşa düştüm.
İlk aklıma gelen buğday oldu. İki sene evvel siyez buğdayı denemiştim. Toprağı sürmeden, bellemeden kabuklu halde direk toprak yüzeye serptim. Üzerine de biçilmiş çim serpmiştim. İlk buğday tarlam 10m2 civarındaydı. Kıyas yapacak tecrübem olmamakla beraber, iyi ürün aldığım kanaatindeyim.
Bu sefer kendi tarlama yaklaşık 1,5 dönümlük bir kısıma Hatay’dan edindiğim karakılçık denilen buğday türünden ekmeye karar verdim. Yine yüzeye ekim yapacaktım fakat örtü olması için attığım kesilmiş çimleri Bozcaarmut’ta bulamazdım. Bende tohum topları hazırlayarak ekim yaparım diye niyetlendim.
Nereden okuduğumu hatırlamıyorum ama tohum toplarının yapıldığı kil, su içinde en az on dakika dağılmadan durabilmeli diye okumuştum. Hemen etraftan kil olduğunu sandığım topraklardan temin edip, tohum topları hazırladım ve topları su içinde beklettim. Sınavı geçen şanslı toprak Bozcaarmut’a gidecekti.
Toprağı seçtikten sonra, iş yerinin bahçesinde ufak bir kap içinde buğdayları toprakla buluşturdum. Birkaç top yaptım. Kalanında ev ahalisinin de emeği geçsin diye eve götürdüm.


Aslında eşim ve kızım da baya çalıştılar. Fakat beni şaşırtan kayınvalidemdi. Yaptığımız işi garipser ve pek ilgi göstermez diye düşünürken, çamur dolu leğeni görür görmez başına oturdu ve son topu yuvarlamadan kalkmadı. Sanırım bir köylü kadını olarak toprağa olan özleminin bir tezahürüydü bu. Biraz alay da etti ama olsun.

              Kızım ise tohum topu yapımında farklı metotlar denedi, hatta tohum topuna farklı görevler bile yükledi.




    Sonrasında kurumaya bıraktık topları. Kurumak ve Bozcaarmut’ta tarlayla buluşmayı beklemek onlar için kolay bizim için zordu.

1 Ekim 2016 Cumartesi

KEŞİF


Hayatımı gözden geçirdiğimde, değerlendirdiğimde, birçok konuda olmam gerekenden daha başarısız bulurum kendimi. İlkokulu, ortaokulu, liseyi zor bitirdim. Üniversiteyi kazanmam ayrı bir zordu, bitirmem bir başka zor. İş hayatında da bir gariplik sezerdim hep. Hep eldeki malzeme ile ortaya çıkan sonuçlar arasında bir uyumsuzluk görürdüm. Bu uyumsuzluk genelde olumsuz, bazen olumlu olarak algılanabilecek şekilde olurdu.
Malzeme konusunda yanılmış olmak bir ihtimal. Diğer ihtimal ise sonuçlar konusundaki yüksek beklenti.
Bunları düşünüp durdum ama pek kafama da takmadım yıllarca.
Malumunuz Hayalbağ’a hazırlanıyorum bir zamandır. Bu hazırlıklar esnasında Ekin Sapı Devrimi’ni okurken, yukarıda bahsettiğim iki ihtimale ilave olarak fark ettim ki, malzeme ile sonucun uyumsuzluğu, istidadımdaki noksanlıktan da kaynaklı değil, mükemmel bir sonuç beklemekten, tembellik ya da şanssızlıktan da değil.
Eldeki malzeme ile elde edilen sonuç arasında, metot ve çevre etkileri de vardı ve o kadar kabullenilmişlerdi ki sorgulanmaları hele hele suçlanmaları akla dahi gelmiyordu.
Hâsılı yanlış yaşıyorduk. Yanlış! 
Konu ne olursa olsun farklı metotlar ve değişik çevre etkileri bundan sonra hayatımda daha fazla yer etmeliydi.
Hayallerdeki bağı gerçekleştirmek câzip olabilir, fakat Hayalbağ’da yaşamak daha cezbediciydi.