28 Aralık 2017 Perşembe

Kış kaçamağı.



Oğlum bu sene başında “Madem seneye Göynük’e yerleşeceğiz, ben şimdiden gidip orada okuyayım.” demişti. İstanbul’daki okuluyla pek arasının olmaması, köyümüzde kafa dengi bir arkadaş bulması da onu cesaretlendirmişti. Sene başında naklini yaptık ve Ömer Bey yuvadan uçtu. Göynük’te yatılı okumaya başladı. Arada İstanbul’a gelip gidiyor.

Eğer canım köy çekerse bu gelgitleri değerlendiriyorum. Hanıma “Ben oğlanı okula bırakıp gelivereyim.” deyip, birkaç gün kaçamak yapıyorum.


Geçen hafta da bu şekilde bir Hayalbağ turu yaptım.




Köyün karşıdaki tepeden görünüşü.




Çadır  kapısının önünden manzaram.




Yokluğumda buralar pek ıssız değilmiş.






Fotoğraflardan belli olmuyor ama kar örtüsü gündüz güneş, gece ay ışığıyla pırıl pırıl yanıp sönüyor.

Buraya geldiğim zaman boş duramıyorum. Hazır gelmişken kırılmış bir meşe dalını yakacak olarak hazırlamak; sağda solda kendiliğinden çıkmış erik fidanlarını temizlemek; büyük ağaçların diplerindeki çalı çırpıyı temizlemek neviinden işlerle uğraşıyorum.



Hatta kara rağmen belleme işlerine devam ettim.  Aslında arazinin 3-4 dönümlük bölümünü traktörle sürdürüp yoncadan kurtulmak istiyorum. Fakat bu bölümde biraz soğan, bakla falan ekili, buraya traktör sokmak istemiyorum.

Fotoğrafta manzara da çıksın istediğimden bellenen yer tam belli olmuyor. Bu gelişimde yaklaşık 25 m2 yer bellemişim. Toplamda ise 80-90 m2 oldu. Hızımı kesen yonca kökleri oluyor. Kökler olmasa neredeyse iki kat iş çıkaracağım.

Bu arada bellediğim yerde bir köstebek tüneli buldum.



Yorgunluktan ay ışığında kar manzarası seyretmeye bile fazla zaman ayıramadan uyudum. Ertesi gün hava ısındı karlar hızla erimeye başladı. Ben de ufak tefek işlerle vakit geçirdim. Bir dinlenme anında dün kar sebebiyle fark edemediğim bir şey dikkatimi çekti.



Köstebek tümsekleri!

Geçen seneye göre hızla artmış her yeri kaplamıştı. Ekeceğim şeyleri, özellikle birkaç çeşit patatesi düşününce, karşımdaki manzara hızla bulanıklaşmaya, köstebek tümsekleri ise daha görünür olmaya başladı.

Canavar otu, keçiler, tarla fareleri, şimdi de köstebek aşireti. Rekabet edilecek şeyler hızla artıyor benim için.

Aslında hızla artmıyor. Sadece değişiyor. Bıkıp kaçtığım metropoldeki rakiplerimin yerine gelenler bunlar.

Lakin ümitliyim.

“Kurda, kuşa, aşa” deyip atmışım tohumumu.

Kalın sağlıcakla…


NOT: Aş hakkı bırakmazlarsa o zaman bir şeyler düşüneceğim.


2 Kasım 2017 Perşembe


Ben, engeller ve bağım.







Rastgele çekilmiş bir fotoğraf.


Aaa… Ne kadar güzel.” deyip, telefona sarılarak çekiverdiklerimizden.


Gerçi hayatta planladığımız şeylerin işleyişi de ne kadar kontrolümüzde ki.


Bahçede yetiştirdiğim baklalardan yemek yapmıştık. Çocuklarıma, “Bunları ben yetiştirdim!” dedim. Sonra biraz duraksadım. “Hayır! Ben sadece tohumları toprağın üstüne koydum, parmağımla çamurlaşmış toprağın içine doğru itiverdim tohumları. Gerisine karışmadım.” dedim.


Hayat böyle bir şey işte.


Rastgele…



31 Ekim 2017 Salı

BİR KAÇ İŞİ DAHA HALLETTİK.

Bir Bolu seferi daha yapmam gerekecek. Bu sefer öncelikle bina yapım izni evrakını ve projeleri Bolu İl Özel İdaresi’nden alacağım. Elektrik için SEDAŞ’a başvuracağım. Ve Göynük’te bir müteahhit ile görüşeceğim.

Bunlar işin sıkıcı tarafları. Hoş tarafı, Göynük’te meskûn bir marangoz köylüm var. Ona hazırlattığım 5*5*150 ebatlarındaki kazıkları ve İstanbul’dan satın aldığım kümes telini kullanarak fidancıklarımı koruma altına almak.

Eveet. İşlerim dolayısı ile yola biraz geç çıkıp akşama doğru Hayalbağ’a ulaştım. Şöyle bir dolaşıp çadıra yerleştim. Son derece ilkel, bir o kadar da keyifli bir gece geçirdim. Niyetlendiğim üzere, sabah gün ışırken yola çıktım.

Bolu’ya giderken Mudurnu, Abant, Yolçatı güzergâhını kullanmayı seviyorum. Dönüşte Abant’a uğramayıp alışılagelmiş Bolu-Göynük yolunu kullanıyorum. Böylelikle aynı yolu kullanmanın verdiği tekdüzeliği bertaraf etmiş oluyorum. Her iki güzergâhta da Mudurnu–Göynük arası aynı derseniz, bu yolda ben hiç sıkılmıyorum. Çünkü muhteşem sonbahar manzaraları var. Hatta mümkün olduğunca yavaş gidip içime sindirmeye çalışıyorum hazan mevsimini.

Hazır yollarda geçen bu yazıyı yazarken birkaç şey araya sıkıştırayım.

İstanbul’da başıma gelen ve ucuz atlattığım bir otostopçu alma olayından beri, arabama kimseyi almıyordum. Bolu Göynük gidip gelmelerimde bu sevimsiz kararımı da rafa kaldırdım. Önüme geleni alıp gidiyorum. Bu beni çok mutlu ediyor.

Taşıdığım kişiler ise bir başka âlem. Büyük şehir şartlarında asla karşılaşamayacağınız temiz, saf, fakir Anadolu köylüleri. Eğer kulakları işitiyor, konuşmayı da seviyorlarsa kısa sorularla, uzun uzun konuşturmaya çalışıyorum. Çoğu, hakkında bir roman yazılası sıradan insancıklar. Bizim insanlarımız.

Neyse…

Doğruca Bolu merkeze gittim. İl Özel İdare’de işim on dakikada bitti. Çıkınca hemen projelerin ozalitini çektirdim. Sonra SEDAŞ yetki belgeli bir mühendislik bürosuyla anlaştım.

Önce, Büro’nun hazırladığı müracaat formu, yapı izin belgem, aplikasyon projesi, SEDAŞ onaylı elektrik projesi, tapu ve nüfus kâğıdı fotokopileriyle beraber enerji müsaadesi müracaatı yapmak gerekiyormuş.

“Hadi yapalım!“ dedim.

“Olmaaaz!” dediler.

Neymiş. Mudurnu’da SEDAŞ Müşteri hizmetleri varmış. Oraya gidilecekmiş.

“Hadi öyle olsun.” Dedim. Saate baktım. Baya oyalanmışım. Bugün yetiştiremeyeceğime kanaat getirip, köyüme döndüm.

Ertesi gün, yine sabahın ilk ışıklarıyla Mudurnu yollarına düştüm. Mudurnu’da işim birkaç dakikada bitiverdi. İnsanın “Biraz uğraştırın da yola değsin!” diyesi geliyor.

Mudurnu’dan önce Göynük’e geçip, marangozdan kazıklarımı aldım. Kazıkları 160-170 cm diye düşünüp sonradan 150 cm de karar kılmıştım. İyi ki öyle yapmışım. Aksi takdirde arabaya sığması mümkün değilmiş.

Kazıklar ile beraber köye ulaştım.

Tam işe başladım ki yağmur çiselemeye başladı. Aklıma Hayalbağ’ı ilk aldığımızda, olur olmaz zamanda, sesimi koyuverip “Beni köyümün yağmurlarında yıkasınlar.” diye nida edişlerim geldi. Sesimi çıkarmadan çalıştım. Ama her işin acemiliği var. İlk gün iş hiç üremedi.

Ertesi gün birkaç metot denedikten sonra hızlandım ve hedeflediğim kısmın işini bitirdim.




Sonra alelacele hazırlanıp, Göynük’te müteahhit ile buluştum. Projeler hakkında konuştuk ve teklif için bir süre isteğini de kabul ederek İstanbul’a döndüm.



22 Ekim 2017 Pazar

BİNA İZİNLERİ (2)

Daha önce büyükşehir olmayan illerde köylerde yapı iznini İl Özel İdarelerinin verdiğini ve bu izin için 12 adet evrak hazırlandıktan sonra bina izin başvurusunun yapılabileceğini yazmıştım.

Birkaç kişinin tavsiyesi üzerine bu işleri İlçe merkezinde bu tür işlere aracılık yapan birine yaptırmaya karar verdim.

Binamız, genişçe betonarme bir bodrum kat ve üstüne prefabrik tek katlı bir evden ibaret olacaktı. Prefabrikçiden bir proje aldık (Fakat İl Özel İdare’si bunu mimarın betonarmeymiş gibi yeniden çizmesini istiyormuş.), bodrum kat için de kendim bir şeyler hazırladım. Bunları aracı kişiye gönderdim.

Bekledim, bekledim, bekledim.

Aracı kişi yok mimar çiziyor, elektrik mühendisi kaldı, atıksu için ilave istediler, İdaredeki mimar rapor almış vs. diye bizi iki ay kadar oyaladı.

Sonra eksikleri benim tamamlayacağımı söyleyerek, ben görmeden projeleri İl Özel İdaresine de vermiş. Eksikleri tamamlarken projeleri hazırlayan teknik kadroyu tek tek internetten iletişim numaralarını bularak aramak zorunda kaldım. Çizilen projeler falan da yalan yanlış oldu. Birçok şey içime sinmedi. Üç defa Bolu’ya gittim. Sonuçta tamamladım ama sıkıntılı oldu.

Öncesi sonrasıyla bu gidişlerim sanırım altı-yedi olacak.

Şu an tüm evraklar Bolu İl Özel İdaresi’nde. Tetkik ve imzalar sonrası 3-4 gün içinde izni bana verecekler.

İşe İngiliz gibi başlamak gerekiyormuş. Damdan düşen olarak şu tavsiyelerde bulunabilirim:

1. Kendi işinizi kendiniz yapın. Küçük şehirlerde kurumlardaki insanlar çok ilgililer.

2. Aracıların kalitesi proje üretenlerden yüksek değil.

3. Proje üretenlere ulaşınca birçok şey daha kolay çözümleniyor.


4. Proje çizdireceğiniz mimarlık ve mühendislik büroları izin alacağınız ilin merkezinde olsun.

9 Ekim 2017 Pazartesi

NE KADAR HAKLISIN OĞULCUĞUM!

Geçenlerde yine Hayalbağ’a gittik. Bu sefer sadece ortanca yavrum Ömer vardı yanımda. Kaldığımız süre zarfında bir şeyler yaptık ama bu seyahatte kayda değer şey, yapılanlar değildi.
Dönüş yolunda sohbet ederek ilerlerken, serçe ebatlarında bir kuşa çarptık. Zavallı hemen ölüverdi. Bu ölüm Ömer’i çok üzmüştü. Bir süre konuşmadı.
Ben bu tip şeylerin sık sık olduğunu; tabiatta 80-100 km hızla giden binlerce nesne olmaması gerektiği; eğer olursa bu tip ölümlerin kaçınılmaz olduğunu anlatıyordum ki, şöyle dedi.
“Baba ben kuşa üzüldüm. Ama şimdi, neden kuşa üzüldüğüm kadar cama, arabanın önüne yapışarak ölen onlarca sineğe, kelebeğe üzülmediğimi düşünüyordum. Hâlbuki hepsi birer canlı ve hayatlarını kaybediyorlar. Sadece bedenleri küçük olduğu için onlara üzülmemek ne kadar çelişkili.” dedi.


İNTİKAM


        Malumunuz olduğu üzere diktiğimiz asma fidanlarının tamamı köyün hayvanlarınca yenmişti. Bu konuda baş zanlı keçiler olduğu için gidip bir bakalım, “Ne menem bir şeymiş bu caniler?” diye yola çıktık.

        Bağımızın 300 m kadar yukarısında keçi besleyen komşumuzun kapısına dayandık. O da bizi ağıla götürdü. Suçlular daha gün ağarırken dağa çıkmıştı adet olduğu üzere. Ama çoluk çocuğu ağılda bırakmışlardı.


        Ama bu halep melezi küçük yaratıklar bize öyle şeyler yaptılar ki, çaresiz yumuşadık, pamuk gibi olduk. Ceket, pantolon, parmak, dirsek velhasıl sivrice ne buldularsa cop, cop emdiler.


        Sonuç alamadık. Affettik.

31 Mart 2017 Cuma


         

BİNA İZİNLERİ (1)


Yine köye gideceğiz. Planımız Cumartesi ve Pazar bahçede birkaç fidan dikmek, belki biraz budama yapmak, analiz için toprak numunesi almak. Pazartesi ve Salı günü de tarlamızın imar durumunu resmileştirmek.

Ya nasip diyerek yola çıkıyoruz. Hafta içine de sarkan bir program olduğundan çocukları götürmüyoruz.

Öğleye doğru köye ulaşıyoruz. Bir şeyler atıştırıp işe koyuluyoruz. İstanbul’da yetiştirip getirdiğim, ama keçiler yiyor diye dikmeyip, çadırın içinde bıraktığım fidanları toprakla buluşturuyoruz. Çünkü çadırın içinde kötüleşmeye başladılar. Çadırda öleceklerine açık havada şanslarını denesinler.

Üç adet kestane, iki gladiçya, bir hünnap çok planlama yapılmadan toprağa kavuştu. Hanıma da birkaç kavak çubuğu diktirdim. Ailede herkesin Hayalbağ’a bir katkısı oluyor. Bu bize birlikte bir şeyler üretme zevki veriyor.

Sonra iş yerinden bir arkadaşımın getirdiği toprak burgusu ile arazide beş ayrı noktadan 0-20 cm ve 20-40 cm derinliklerden toprak numunesi aldık. Çalıştığım şirketten arkadaşım Şamil ( İş arkadaşım diyesim gelmedi.) daha önce hiç kullanmadığı toprak burgusunu ben istemeden getirdi.

 



Etrafımdakilerden hep destek alıyorum. Hayal benim, ama dostlardan devamlı destek geliyor. Kimi tohum veriyor, kimi fidan, kimi fikir, kimi ilham.

Pazar gününü de ufak tefek bahçe işleri yaparak geçirdik.

Pazartesi sabah erkenden Göynük’e indik.

Bolu, büyükşehir olmadığı için köylerdeki yapı ruhsatlarını İl Özel İdaresi veriyor. İl Özel İdaresi’ne bir mesaj atmıştım. Mailin cevabında, imar durumunu öğrenmek için aşağıdaki evrak ile başvurulması gerekiyor deniyor.

-    Parsel sahibinin imar durumu talep dilekçesi.
-    Güncel tapu kaydı örneği.
- Kadastro Müdürlüğü’nden alınacak parsele ait çap belgesi. (Koordinatlı ve karetajlı)
-    1/25000 ölçekli, parselin yerini gösterir onaylı harita.

Tapu Müdürlüğü’ne başvurduk cep telefonuna bir mail geldi. Bu maildeki başvuru numarası ile mailde yazılı bankalardan birine 5 tl yatırdık. Sonra gidip güncel tapu kaydımızı aldık.

Kadastro Müdürlüğüne gittik. Kapalıymış. Kapıda bir telefon numarası vardı. Aradık. Öğrendik ki: Göynük Kadastro Müdürlüğü devamlı personel bulundurmuyormuş. Buraya Bolu merkezden haftada bir gün pazartesileri iki eleman gönderiyorlarmış. “Şu an yoldalar. Önce Mudurnu’ya eleman bırakacaklar sonra Göynük’e gelirler.” dediler. Allahtan bu işler için Perşembe, Cuma izin almamışım.

Memurların İlçeye gelmesini yarım saat kadar bekliyoruz. Sistem Tapu Müdürlüğü gibi. Burada da cep telefonuna gelen mesaja göre bankaya 45 tl yatırıp evrakı alıyoruz.

Ver elini Bolu. Vilayet merkeziyle aramız 95 km.

Bolu’ya varır varmaz hemen bir haritacıdan haritamızı da alıyoruz. İl Özel İdaresi’ne gidiyoruz.

Memur şöyle bir bakıyor ve çap üzerine bir çizgi çekip, ev yapılabilecek bölümü işaretleyip, başka bir görevliye gönderiyor bizi. O memur da aşağıdaki listeyi ve yapılacak yapının vasıflarını tarif eden birkaç kağıt veriyor. Ve “Ruhsata tabi değilsiniz. Bunları hazırlayıp gelin. ”diyor.

1- Dilekçe.
2- Tapu,
3- Güncel tapu kaydı.
4- Çap.
5- Mimari proje. (4 takım)
6- Statik proje. (4 takım)
7- Sıhhi tesisat projesi. (4 takım)
8- Elektrik tesisatı projesi. (SEDAŞ onaylı, 4 takım)
9-   Fenni mesul taahhütnamesi.
10- Aplikasyon krokisi.
11- Köy kararı fotokopisi (Muhtardan)
12-Yapı çekme mesafesi tutanağı (Muhtardan)

Tarlamıza bodrum hariç iki katlı, saçak yüksekliği 6,5m yi geçmeyecek, 650 m2 ev yapabiliyormuşuz.

Şimdiki derdimiz bu listenin hazırlanması.

Bir aşamayı daha atlatmış olarak köyümüze, çadırımıza yöneliyoruz.

Hadi hayırlısı.

3 Ocak 2017 Salı


İKİ GÜNLÜK HİPERAKTİVİTE


Hayalbağ’ı inşa etmeye başladığımızdan bu yana,  her gittiğimizde kamp çadırlarında kalıyorduk.



Bu çadırlar oldukça pratik olmakla beraber yine de kurulup sökülmesi vakit alıyordu. Üstelik yağmurda yaşta içinde beklemek çok sıkıcı oluyordu. Arabamız oldukça geniş olmasına rağmen (Opel corsaJ) bazı malzemeleri götürüp getirmek de bizi usandırmıştı. İçinde soba yakabileceğimiz büyük bir çadıra terfi etmeye karar verdik.

Bu çadır ev inşaatı sırasında barınak olur, sonrasında sera olarak kullanırız diye düşündük. Ve 24 m2 bir çadır aldık. Çadırımız ödemeden birkaç gün sonra iş yerime, İstanbul’a teslim edildi.




İşte bu aşamada bu yükleri Bozcaarmut’a nakledebilecek ve orada çadırı kurarken yardım edecek bir yoldaşa ihtiyaç duydum. Ve Mustafa Yünsel devreye girdi.

Mustafa Yünsel kim mi? İçinde bir nalbur dükkanında.. Yok yok yapı markette bulunabilecek eşyayı taşıyan bir minibüse ve yük römorkuna sahip biri. Ve kesinlikle nevi-i şahsına münhasır bir adam.

Tamam! Herkes bir diğerinden farklıdır, ama Mustafa herkesten daha çok diğerlerinden farklıdır. Zanaatkâr bir adam olması muhakkak ki önemli, ama eşsiz enerjisi tüm kabiliyetlerini gölgede bırakır. Değil eşlik etmek, Mustafa’yı seyretmek bile üç-dört kişiyi yorabilir.

Şirketimizden emekli olduktan sonra seyrek haberleştiğimiz Mustafa, beraber çadır taşıma ve kurma teklifimi hemen kabul etti. Beraber iki gün geçireceğimizi öğrenen tüm iş arkadaşlarımızın itirazına rağmen yol hazırlıklarımızı yaptık.




Tüm cesaretimi topladım, çadırı yükledik ve sabah 10:00 da  yola koyulduk. 



Otoyolda giderken yanağına telefon sıkıştırıp elindeki not defterine not almak, armut soyup ikram etmek, sigara sarmak, kahve yapmak ve daha aklıma gelmeyen onlarca fiili zaman zaman sırayla, zaman zaman aynı anda yapmaya çalışmak vaka-i âdiyeden olduğundan detaylandırmayacağım.

Gariptir ama araç kullanırken biteviye başka işlerle uğraşmasına rağmen hiçbir tehlikeli durum yaşamadan Taraklı’ya ulaştık. Taraklı çarşısına alışkın olduğumdan Bozcaarmut’a gidip gelirken alışveriş, yemek, namaz gibi ihtiyaçlarımızı burada gideriyoruz. Hazır römork varken birkaç ihtiyacımızı köye taşıyayım istiyorum.



Taraklı molasında kuzine ve ek parçaları, kömür, tahta parçası, el arabası, kürek vs. alıp yükümüzü tamamladık, karnımızı da doyurup yola koyulduk.

Çok oyalanıp, yavaş yol aldığımızdan vaktimiz azalmaya başlamıştı. İkindi vakti Bozcaarmut’a ulaşabildik. Akşama çadıra girip sobayı yakmalıydık. Aksi halde dondurucu soğukta çok zorlanabilirdik. Hemen işe koyulduk.



Fotoğraftan da anlaşılacağı üzere çadırı önce kafamda kurdum, sonra arazide. 







Alışık olmayan adam için oldukça yorucu bir iş. Bu kadar yorulmama rağmen tamamen de bitiremedik. Çadırın eteklerini toprağa gömme işi bir sonraki güne kaldı. Ama en azından kafamızı sokacak, sobamızı yakacak hale getirdik. Yemek ye, çay iç derken yorgunluk çöktü, yatacağımız yerleri hazırlayıp, uzun bir geceye gözlerimizi yumduk.

Uyku esnasında tıkırtılar başladı. Mustafa faaliyette idi:

Çekiç sesleri…

Sonra testere sesi…

Bir türkü…

Tangır tungur soba karıştırma sesleri…

Vesaire, vesaire…

Soba karıştırma faaliyetine isyan ettiğimde saat 2:45 falandı. “Yahu! Sobayı niye karıştırıyorsun.” dedim. “Soba az yanıyor, karıştırmak lazım.” dedi. “Mustafa, soba 6 saattir karıştırılmadan yanıyor. Altını kıstık diye ağır ağır yanıyor garibim.” desem de nafile.

Talep ettiğim şeyin Mustafa’nın fıtratına aykırı olduğunu hatırlayıp teslim oluyorum. Uyumaya çalışıyorum. Ne kadar uyudum bilmem dışarısı -6  oC falan iken ter içinde uyandım. Bulduğu karbon ihtiva eden her şeyi sobaya doldurmuş, içerisi fırın gibi olmuştu. Ya sabır çektim, tulumdan çıktım, uykuya devam ettim. Yirmi dakika geçmeden bu sefer titreye titreye kalktım. Kapıyı açık unutmuş dışarıda bir şeylerle uğraşıyordu.

Kömür takviyesi yapıyor; oralardan bir ağaç dalı kesip balta sapı yapıyor; artıklarını sobaya tıkıştırıyor; minibüsün paspasını, römorkun elektrik tesisatını tamir ediyor. …yor, …yor, ama asla yorulmuyor.

Saat sabahın beşi falandı: “Şefim kalk sabah namazına camiye gidelim.” diye tutturdu. Sabah namazının gün doğumundan yarım saat önce kılındığını, güneşin doğmasına daha üç saat olduğunu defalarca anlattım ama nafile. Sonunda “Ulan sen bînamaz bir adamsın, beş vakit namaz kılan benim, bırak da uyuyayım.” diye bağırınca susturabildim. Ama on dakika sonra “Ecük erken gidelim Kur’an falan dinleriz.” diye başladı söylenmeye. Bir saat kadar direnebildim. Kalkıp abdest aldım caminin yolunu tuttuk. Tabii olarak hiç kimse yoktu. Mustafa bana biraz kuran okuttu. Sonra gelen giden olmayınca, cemaat yaptık, iki kişi namazı eda ettik. Çadırın yolunu tuttuk.



Basit bir kahvaltı sonrasında başladık çadırın brandalarını gerdirmeye ve brandanın yere gelen kısımlarını gömmeye. Kazma, kürek ile 20cm kadar bir kanal açıp, brandayı bu kanala yatırıyoruz ve çıkan toprakla üzerini örtüyoruz. Bu gerçekten yorucu bir iş oldu benim için. Birkaç el arabası kadar da hariçten toprak getirip ilave ettik.

Bu işleri yaparken beş dakika çalışıp on dakika mola vermek zorunda kaldım. İnsan bu kadar mı ham olur?

Mola verip çadırda uzandıklarımdan birinde önce bir adam geldi. Hoş geldiniz demeye uğramış. Orman İşletmesinde çalışıyormuş. Köyden biriyle daha tanışmış olduk. Ama ismini unuttum. Ne de olsa biz orman köylüleri Ormancıları sevmeyiz. 😜

İki kürek daha salladım dışarıdan kadın sesleri gelmeye başladı. Bu sefer de üç köylü hanım ( eşimin müstakbel komşuları ) ziyaretimize geldiler. Önce eşim yanımızda olmayınca biraz çekindiler ama meraklarını yenemediler; çadırın içini gözden geçirmeden ve Mustafa’nın kısa hayat hikâyesini dinlemeden gidemediler.

Mustafa yola çıktığımızdan bu yana çadırı kilitletmek için bana baskı yapıyordu. Ben ise çadırın bir bıçakla yırtılmasının çok basit olduğunu, kapıyı kilitleyip de hırsızı uğraştırmamak gerektiğini anlatıyordum. Ama ikna edemiyordum. Mustafa hanımlar heyetini bulunca, kamuoyu oluşturma gayretine girdi ama kadınlar toplu olarak “Burada hırsızlık olmaz ki, ne gerek var!” deyince boynunu büktü. Komşularımızın nezâket ziyareti ve hırsızlık olmaması, köyümüze karşı hissettiğimiz güzel duyguları arttırdı.

Çadır işleri ve eşyaları toplamak bizi saat dörde kadar oyaladı. Sonra eserimizi fotoğrafladık ve yola koyulduk. 




Göynük’te namaz ve hediyelik eşya molası verdik. Ve İstanbul’a kadar yavaş yavaş yol aldık. Otoyola girdiğimizde Mustafa “Kazma kürek işi beni yoruyor, dizim ağrıyor. Arabayı sen kullanır mısın? Ecük uyuyacağım galiba.” dedi kısık bir sesle.

Direksiyona geçtim, karanlıkta sakin sakin yol alırken Mustafa’nın bile yorulabileceğini hayretler içinde düşünmeye başladım. Kendi vücut direncime saygı duydum.

Kurtköy gişelere yaklaşırken Mustafa yine faaliyete geçti. Bir seri telefon görüşmesi sonrasında eski bir arkadaşını buluşmaya ikna etti. Sürekli bir işi bitirmeden diğerine koşturan Mustafa’nın iki gününü de ben meşgul edebilmiştim. Sürekli yeni bir meşgale bulması gereken arkadaşım, beni eve bırakarak sonu gelmez işlerinin peşine gitti.

Bahtı, yolu açık ola!

Şansı yâver ola…