3 Ocak 2017 Salı


İKİ GÜNLÜK HİPERAKTİVİTE


Hayalbağ’ı inşa etmeye başladığımızdan bu yana,  her gittiğimizde kamp çadırlarında kalıyorduk.



Bu çadırlar oldukça pratik olmakla beraber yine de kurulup sökülmesi vakit alıyordu. Üstelik yağmurda yaşta içinde beklemek çok sıkıcı oluyordu. Arabamız oldukça geniş olmasına rağmen (Opel corsaJ) bazı malzemeleri götürüp getirmek de bizi usandırmıştı. İçinde soba yakabileceğimiz büyük bir çadıra terfi etmeye karar verdik.

Bu çadır ev inşaatı sırasında barınak olur, sonrasında sera olarak kullanırız diye düşündük. Ve 24 m2 bir çadır aldık. Çadırımız ödemeden birkaç gün sonra iş yerime, İstanbul’a teslim edildi.




İşte bu aşamada bu yükleri Bozcaarmut’a nakledebilecek ve orada çadırı kurarken yardım edecek bir yoldaşa ihtiyaç duydum. Ve Mustafa Yünsel devreye girdi.

Mustafa Yünsel kim mi? İçinde bir nalbur dükkanında.. Yok yok yapı markette bulunabilecek eşyayı taşıyan bir minibüse ve yük römorkuna sahip biri. Ve kesinlikle nevi-i şahsına münhasır bir adam.

Tamam! Herkes bir diğerinden farklıdır, ama Mustafa herkesten daha çok diğerlerinden farklıdır. Zanaatkâr bir adam olması muhakkak ki önemli, ama eşsiz enerjisi tüm kabiliyetlerini gölgede bırakır. Değil eşlik etmek, Mustafa’yı seyretmek bile üç-dört kişiyi yorabilir.

Şirketimizden emekli olduktan sonra seyrek haberleştiğimiz Mustafa, beraber çadır taşıma ve kurma teklifimi hemen kabul etti. Beraber iki gün geçireceğimizi öğrenen tüm iş arkadaşlarımızın itirazına rağmen yol hazırlıklarımızı yaptık.




Tüm cesaretimi topladım, çadırı yükledik ve sabah 10:00 da  yola koyulduk. 



Otoyolda giderken yanağına telefon sıkıştırıp elindeki not defterine not almak, armut soyup ikram etmek, sigara sarmak, kahve yapmak ve daha aklıma gelmeyen onlarca fiili zaman zaman sırayla, zaman zaman aynı anda yapmaya çalışmak vaka-i âdiyeden olduğundan detaylandırmayacağım.

Gariptir ama araç kullanırken biteviye başka işlerle uğraşmasına rağmen hiçbir tehlikeli durum yaşamadan Taraklı’ya ulaştık. Taraklı çarşısına alışkın olduğumdan Bozcaarmut’a gidip gelirken alışveriş, yemek, namaz gibi ihtiyaçlarımızı burada gideriyoruz. Hazır römork varken birkaç ihtiyacımızı köye taşıyayım istiyorum.



Taraklı molasında kuzine ve ek parçaları, kömür, tahta parçası, el arabası, kürek vs. alıp yükümüzü tamamladık, karnımızı da doyurup yola koyulduk.

Çok oyalanıp, yavaş yol aldığımızdan vaktimiz azalmaya başlamıştı. İkindi vakti Bozcaarmut’a ulaşabildik. Akşama çadıra girip sobayı yakmalıydık. Aksi halde dondurucu soğukta çok zorlanabilirdik. Hemen işe koyulduk.



Fotoğraftan da anlaşılacağı üzere çadırı önce kafamda kurdum, sonra arazide. 







Alışık olmayan adam için oldukça yorucu bir iş. Bu kadar yorulmama rağmen tamamen de bitiremedik. Çadırın eteklerini toprağa gömme işi bir sonraki güne kaldı. Ama en azından kafamızı sokacak, sobamızı yakacak hale getirdik. Yemek ye, çay iç derken yorgunluk çöktü, yatacağımız yerleri hazırlayıp, uzun bir geceye gözlerimizi yumduk.

Uyku esnasında tıkırtılar başladı. Mustafa faaliyette idi:

Çekiç sesleri…

Sonra testere sesi…

Bir türkü…

Tangır tungur soba karıştırma sesleri…

Vesaire, vesaire…

Soba karıştırma faaliyetine isyan ettiğimde saat 2:45 falandı. “Yahu! Sobayı niye karıştırıyorsun.” dedim. “Soba az yanıyor, karıştırmak lazım.” dedi. “Mustafa, soba 6 saattir karıştırılmadan yanıyor. Altını kıstık diye ağır ağır yanıyor garibim.” desem de nafile.

Talep ettiğim şeyin Mustafa’nın fıtratına aykırı olduğunu hatırlayıp teslim oluyorum. Uyumaya çalışıyorum. Ne kadar uyudum bilmem dışarısı -6  oC falan iken ter içinde uyandım. Bulduğu karbon ihtiva eden her şeyi sobaya doldurmuş, içerisi fırın gibi olmuştu. Ya sabır çektim, tulumdan çıktım, uykuya devam ettim. Yirmi dakika geçmeden bu sefer titreye titreye kalktım. Kapıyı açık unutmuş dışarıda bir şeylerle uğraşıyordu.

Kömür takviyesi yapıyor; oralardan bir ağaç dalı kesip balta sapı yapıyor; artıklarını sobaya tıkıştırıyor; minibüsün paspasını, römorkun elektrik tesisatını tamir ediyor. …yor, …yor, ama asla yorulmuyor.

Saat sabahın beşi falandı: “Şefim kalk sabah namazına camiye gidelim.” diye tutturdu. Sabah namazının gün doğumundan yarım saat önce kılındığını, güneşin doğmasına daha üç saat olduğunu defalarca anlattım ama nafile. Sonunda “Ulan sen bînamaz bir adamsın, beş vakit namaz kılan benim, bırak da uyuyayım.” diye bağırınca susturabildim. Ama on dakika sonra “Ecük erken gidelim Kur’an falan dinleriz.” diye başladı söylenmeye. Bir saat kadar direnebildim. Kalkıp abdest aldım caminin yolunu tuttuk. Tabii olarak hiç kimse yoktu. Mustafa bana biraz kuran okuttu. Sonra gelen giden olmayınca, cemaat yaptık, iki kişi namazı eda ettik. Çadırın yolunu tuttuk.



Basit bir kahvaltı sonrasında başladık çadırın brandalarını gerdirmeye ve brandanın yere gelen kısımlarını gömmeye. Kazma, kürek ile 20cm kadar bir kanal açıp, brandayı bu kanala yatırıyoruz ve çıkan toprakla üzerini örtüyoruz. Bu gerçekten yorucu bir iş oldu benim için. Birkaç el arabası kadar da hariçten toprak getirip ilave ettik.

Bu işleri yaparken beş dakika çalışıp on dakika mola vermek zorunda kaldım. İnsan bu kadar mı ham olur?

Mola verip çadırda uzandıklarımdan birinde önce bir adam geldi. Hoş geldiniz demeye uğramış. Orman İşletmesinde çalışıyormuş. Köyden biriyle daha tanışmış olduk. Ama ismini unuttum. Ne de olsa biz orman köylüleri Ormancıları sevmeyiz. 😜

İki kürek daha salladım dışarıdan kadın sesleri gelmeye başladı. Bu sefer de üç köylü hanım ( eşimin müstakbel komşuları ) ziyaretimize geldiler. Önce eşim yanımızda olmayınca biraz çekindiler ama meraklarını yenemediler; çadırın içini gözden geçirmeden ve Mustafa’nın kısa hayat hikâyesini dinlemeden gidemediler.

Mustafa yola çıktığımızdan bu yana çadırı kilitletmek için bana baskı yapıyordu. Ben ise çadırın bir bıçakla yırtılmasının çok basit olduğunu, kapıyı kilitleyip de hırsızı uğraştırmamak gerektiğini anlatıyordum. Ama ikna edemiyordum. Mustafa hanımlar heyetini bulunca, kamuoyu oluşturma gayretine girdi ama kadınlar toplu olarak “Burada hırsızlık olmaz ki, ne gerek var!” deyince boynunu büktü. Komşularımızın nezâket ziyareti ve hırsızlık olmaması, köyümüze karşı hissettiğimiz güzel duyguları arttırdı.

Çadır işleri ve eşyaları toplamak bizi saat dörde kadar oyaladı. Sonra eserimizi fotoğrafladık ve yola koyulduk. 




Göynük’te namaz ve hediyelik eşya molası verdik. Ve İstanbul’a kadar yavaş yavaş yol aldık. Otoyola girdiğimizde Mustafa “Kazma kürek işi beni yoruyor, dizim ağrıyor. Arabayı sen kullanır mısın? Ecük uyuyacağım galiba.” dedi kısık bir sesle.

Direksiyona geçtim, karanlıkta sakin sakin yol alırken Mustafa’nın bile yorulabileceğini hayretler içinde düşünmeye başladım. Kendi vücut direncime saygı duydum.

Kurtköy gişelere yaklaşırken Mustafa yine faaliyete geçti. Bir seri telefon görüşmesi sonrasında eski bir arkadaşını buluşmaya ikna etti. Sürekli bir işi bitirmeden diğerine koşturan Mustafa’nın iki gününü de ben meşgul edebilmiştim. Sürekli yeni bir meşgale bulması gereken arkadaşım, beni eve bırakarak sonu gelmez işlerinin peşine gitti.

Bahtı, yolu açık ola!

Şansı yâver ola…