İKİ GÜNLÜK
HİPERAKTİVİTE
Hayalbağ’ı inşa etmeye
başladığımızdan bu yana, her gittiğimizde
kamp çadırlarında kalıyorduk.
Bu çadırlar oldukça
pratik olmakla beraber yine de kurulup sökülmesi vakit alıyordu. Üstelik
yağmurda yaşta içinde beklemek çok sıkıcı oluyordu. Arabamız oldukça geniş
olmasına rağmen (Opel corsaJ) bazı malzemeleri
götürüp getirmek de bizi usandırmıştı. İçinde soba yakabileceğimiz büyük bir
çadıra terfi etmeye karar verdik.
Bu çadır ev inşaatı sırasında barınak olur, sonrasında sera olarak
kullanırız diye düşündük. Ve 24 m2 bir çadır aldık. Çadırımız ödemeden
birkaç gün sonra iş yerime, İstanbul’a teslim edildi.
İşte bu aşamada bu
yükleri Bozcaarmut’a nakledebilecek ve orada çadırı kurarken yardım edecek bir
yoldaşa ihtiyaç duydum. Ve Mustafa Yünsel devreye girdi.
Mustafa Yünsel kim mi? İçinde
bir nalbur dükkanında.. Yok yok yapı markette bulunabilecek eşyayı taşıyan bir
minibüse ve yük römorkuna sahip biri. Ve kesinlikle nevi-i şahsına münhasır bir
adam.
Tamam! Herkes bir
diğerinden farklıdır, ama Mustafa herkesten daha çok diğerlerinden farklıdır. Zanaatkâr
bir adam olması muhakkak ki önemli, ama eşsiz enerjisi tüm kabiliyetlerini
gölgede bırakır. Değil eşlik etmek, Mustafa’yı seyretmek bile üç-dört kişiyi
yorabilir.
Şirketimizden emekli olduktan
sonra seyrek haberleştiğimiz Mustafa, beraber çadır taşıma ve kurma teklifimi
hemen kabul etti. Beraber iki gün geçireceğimizi öğrenen tüm iş
arkadaşlarımızın itirazına rağmen yol hazırlıklarımızı yaptık.
Tüm cesaretimi topladım, çadırı yükledik ve sabah 10:00 da yola koyulduk.
Otoyolda giderken
yanağına telefon sıkıştırıp elindeki not defterine not almak, armut soyup ikram
etmek, sigara sarmak, kahve yapmak ve daha aklıma gelmeyen onlarca fiili zaman
zaman sırayla, zaman zaman aynı anda yapmaya çalışmak vaka-i âdiyeden
olduğundan detaylandırmayacağım.
Gariptir ama araç kullanırken
biteviye başka işlerle uğraşmasına rağmen hiçbir tehlikeli durum yaşamadan Taraklı’ya
ulaştık. Taraklı çarşısına alışkın olduğumdan Bozcaarmut’a gidip gelirken
alışveriş, yemek, namaz gibi ihtiyaçlarımızı burada gideriyoruz. Hazır römork
varken birkaç ihtiyacımızı köye taşıyayım istiyorum.
Taraklı molasında kuzine
ve ek parçaları, kömür, tahta parçası, el arabası, kürek vs. alıp yükümüzü
tamamladık, karnımızı da doyurup yola koyulduk.
Çok oyalanıp, yavaş yol
aldığımızdan vaktimiz azalmaya başlamıştı. İkindi vakti Bozcaarmut’a
ulaşabildik. Akşama çadıra girip sobayı yakmalıydık. Aksi halde dondurucu
soğukta çok zorlanabilirdik. Hemen işe koyulduk.
Fotoğraftan da anlaşılacağı üzere çadırı önce kafamda kurdum, sonra
arazide.
Alışık olmayan adam için
oldukça yorucu bir iş. Bu kadar yorulmama rağmen tamamen de bitiremedik.
Çadırın eteklerini toprağa gömme işi bir sonraki güne kaldı. Ama en azından
kafamızı sokacak, sobamızı yakacak hale getirdik. Yemek ye, çay iç derken
yorgunluk çöktü, yatacağımız yerleri hazırlayıp, uzun bir geceye gözlerimizi
yumduk.
Uyku esnasında
tıkırtılar başladı. Mustafa faaliyette idi:
Çekiç sesleri…
Sonra testere sesi…
Bir türkü…
Tangır tungur soba
karıştırma sesleri…
Vesaire, vesaire…
Soba karıştırma
faaliyetine isyan ettiğimde saat 2:45 falandı. “Yahu! Sobayı niye karıştırıyorsun.” dedim. “Soba az yanıyor, karıştırmak lazım.” dedi. “Mustafa, soba 6 saattir karıştırılmadan yanıyor. Altını kıstık diye
ağır ağır yanıyor garibim.” desem de nafile.
Talep ettiğim şeyin
Mustafa’nın fıtratına aykırı olduğunu hatırlayıp teslim oluyorum. Uyumaya
çalışıyorum. Ne kadar uyudum bilmem dışarısı -6 oC falan iken ter içinde uyandım.
Bulduğu karbon ihtiva eden her şeyi sobaya doldurmuş, içerisi fırın gibi
olmuştu. Ya sabır çektim, tulumdan çıktım, uykuya devam ettim. Yirmi dakika
geçmeden bu sefer titreye titreye kalktım. Kapıyı açık unutmuş dışarıda bir
şeylerle uğraşıyordu.
Kömür takviyesi yapıyor;
oralardan bir ağaç dalı kesip balta sapı yapıyor; artıklarını sobaya
tıkıştırıyor; minibüsün paspasını, römorkun elektrik tesisatını tamir ediyor. …yor,
…yor, ama asla yorulmuyor.
Saat sabahın beşi falandı: “Şefim kalk sabah namazına camiye gidelim.”
diye tutturdu. Sabah namazının gün doğumundan yarım saat önce kılındığını,
güneşin doğmasına daha üç saat olduğunu defalarca anlattım ama nafile. Sonunda “Ulan sen bînamaz bir adamsın, beş vakit
namaz kılan benim, bırak da uyuyayım.” diye bağırınca susturabildim. Ama on
dakika sonra “Ecük erken gidelim Kur’an
falan dinleriz.” diye başladı söylenmeye. Bir saat kadar direnebildim.
Kalkıp abdest aldım caminin yolunu tuttuk. Tabii olarak hiç kimse yoktu.
Mustafa bana biraz kuran okuttu. Sonra gelen giden olmayınca, cemaat yaptık,
iki kişi namazı eda ettik. Çadırın yolunu tuttuk.
Basit bir kahvaltı
sonrasında başladık çadırın brandalarını gerdirmeye ve brandanın yere gelen
kısımlarını gömmeye. Kazma, kürek ile 20cm kadar bir kanal açıp, brandayı bu
kanala yatırıyoruz ve çıkan toprakla üzerini örtüyoruz. Bu gerçekten yorucu bir
iş oldu benim için. Birkaç el arabası kadar da hariçten toprak getirip ilave
ettik.
Bu işleri yaparken beş
dakika çalışıp on dakika mola vermek zorunda kaldım. İnsan bu kadar mı ham
olur?
Mola verip çadırda
uzandıklarımdan birinde önce bir adam geldi. Hoş geldiniz demeye uğramış. Orman
İşletmesinde çalışıyormuş. Köyden biriyle daha tanışmış olduk. Ama ismini
unuttum. Ne de olsa biz orman köylüleri Ormancıları sevmeyiz. 😜
İki kürek daha salladım
dışarıdan kadın sesleri gelmeye başladı. Bu sefer de üç köylü hanım ( eşimin
müstakbel komşuları ) ziyaretimize geldiler. Önce eşim yanımızda olmayınca
biraz çekindiler ama meraklarını yenemediler; çadırın içini gözden geçirmeden
ve Mustafa’nın kısa hayat hikâyesini dinlemeden gidemediler.
Mustafa yola
çıktığımızdan bu yana çadırı kilitletmek için bana baskı yapıyordu. Ben ise
çadırın bir bıçakla yırtılmasının çok basit olduğunu, kapıyı kilitleyip de
hırsızı uğraştırmamak gerektiğini anlatıyordum. Ama ikna edemiyordum. Mustafa
hanımlar heyetini bulunca, kamuoyu oluşturma gayretine girdi ama kadınlar toplu
olarak “Burada hırsızlık olmaz ki, ne
gerek var!” deyince boynunu büktü. Komşularımızın nezâket ziyareti ve
hırsızlık olmaması, köyümüze karşı hissettiğimiz güzel duyguları arttırdı.
Çadır işleri ve eşyaları
toplamak bizi saat dörde kadar oyaladı. Sonra eserimizi fotoğrafladık ve yola koyulduk.
Göynük’te namaz ve
hediyelik eşya molası verdik. Ve İstanbul’a kadar yavaş yavaş yol aldık. Otoyola
girdiğimizde Mustafa “Kazma kürek işi
beni yoruyor, dizim ağrıyor. Arabayı sen kullanır mısın? Ecük uyuyacağım
galiba.” dedi kısık bir sesle.
Direksiyona geçtim,
karanlıkta sakin sakin yol alırken Mustafa’nın bile yorulabileceğini hayretler
içinde düşünmeye başladım. Kendi vücut direncime saygı duydum.
Kurtköy gişelere
yaklaşırken Mustafa yine faaliyete geçti. Bir seri telefon görüşmesi sonrasında
eski bir arkadaşını buluşmaya ikna etti. Sürekli bir işi bitirmeden diğerine
koşturan Mustafa’nın iki gününü de ben meşgul edebilmiştim. Sürekli yeni bir
meşgale bulması gereken arkadaşım, beni eve bırakarak sonu gelmez işlerinin
peşine gitti.
Bahtı, yolu açık ola!
Şansı yâver ola…